Bir Konser ve Düsündürdükleri

Posted By on January 6, 2014 in yazılar |

Bir Konser ve Düsündürdükleri

Piyano derken: Değerli piyanistimiz Gülsin Onay Avusturya’ya konsere geldiğinde, bir Türk müzisyen olarak yoğun bir gururun yanında hoş bir heyecan da yaşadığımı söylemeliyim; çünkü Gülsin Onay, piyano ve klavsen eğitimi aldığım şehir olan Graz’ın pek de uzağında olmayan Deutschlandsberg Festivali’ne düzenli olarak davet edilmiş, okul koridorları dahil bir çok yere de konser afişleri asılmış, ancak her defasında çeşitli engeller sebebiyle bu konserlere gitmek bana kısmet olamamıştı. Neyse ki bu yıl, Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı mezunlarından, Viyana’da yaşayan değerli piyanist dostum Gökçen Küçük Remes ile bu konseri izleme şansını yakalayabildim. Özellikle, Avusturyalı dinleyicilerin içerisinde “iki Türk piyanist” olarak Onay’ı izlemek bambaşka bir gururdu. Davetiyelerimizi alır almaz yerlerimize oturduk ve sahnede muhteşem bir Fazioli ile karşılaştık. Onay konsere başlamadan önce sevgili Gökçen ile Fazioli piyanoları ve bu kısa zaman içerisinde kazandıkları başarıyı konuşmayı da ihmal etmedik. Hatırlıyorum da, Fazioli’nin adını ilk olarak, aslında enstrüman seçimi konusunda rahatlıkla “tutucu“ olarak tabir edebileceğim Viyanalı profesörümden duymuştum; bir an önce enstrümanı denememi ve ardından ona düşüncelerimi iletmemi rica etmişti. Tabii ki vakit kaybetmeden hemen dediğini yapmış ve inanın gerçekten büyülenmiştim. Eklemeden edemeyeceğim: Avusturya’daki Müzik ve Sahne Sanatları Üniversitelerinin birçoğu Fazioli piyanoları konusunda aynı pozitif görüşe sahip ve öğrencilere gerçekten cömert davranıyorlar. Son zamanlarda hemen hemen her piyano odasında yepyeni Fazioli piyanoların göz kamaştırdığını görebiliyorum. Darısı Türkiye’deki konser salonlarımızın ve hatta konservatuvarlarımızın başına.

Konu piyanolardan açılmışken, şu sıralar düşündüğüm ve üzüldüğüm başka bir durumdan da kısaca bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, biz piyanistler için konservatuvarın ilk yıllarından itibaren Steinway, Bösendorfer ya da Bechstein marka piyanolarda çalmak her zaman bir rüya olmuştur. Türkiye’deki konservatuvarların çalışma odalarında bakımlı Steinway, Bösendorfer ya da Bechstein piyanolar bulabilmek bir yana, maalesef çoğunlukla ancak duvar piyanolarında çalışabilmek ve sadece konser veya sınav gibi özel durumlarda bu özel piyanoları çalma şansına sahip olmak söz konusu. Bu markaların bu üstün seviyeye ulaşmaları tabii ki oldukça uzun bir zaman ve ciddi bir emek ile gerçekleşebilmiştir. Tarihçelerine biraz göz atıldığında, bu etikete sahip olmak için nasıl bir özenle çalışıldığı ve ortaya konan işçiliğin arkasındaki disiplin ve profesyonellik kolaylıkla fark edilebilir; bunu anlamak için enstrümanı çalabiliyor olmak da kesinlikle şart değil. Doğal olarak bu özen ve emek de enstrümanların fiyatına yansıyor, yani bu piyanoları satın almak hiç de kolay değil. İşte tam da bu yüzden, görece özensiz işçilik ve ucuz materyal/maliyetle, fakat teknolojik yenilikler sayesinde seri üretimle çalışan ve bu nedenle de aslında tam anlamıyla “sürümden kazanan” bir takım Uzakdoğu firmaları, kazandıkları ekonomik güçle zaman içinde bu ciddi geleneğe sahip firmaları bünyelerine katma şansına sahip oldular. Bu durumdan en çok zarar gören de, şüphesiz yüzyıllardır çok sağlam bir geleneğe ve kaliteye sahip firmaların onları özel kılan “biricikliği” oldu. Ekonomik açıdan birçok sektörde karşılaşılan bu durumun maalesef klasik müzik alanında da meydana gelmesi son derece üzücü. Steinway, stratejik açıdan diğerlerine göre çok daha akılcı davranıp zaman içinde “hegemonya“ kurmayı başardı ve bu sayede hem kendi adıyla en üst düzey konser piyanosu üretiminde, hem de orta düdüzey piyano üretimi alanında yarattığı Boston markasıyla sektörde ağırlığını sürdürmeyi becerdiyse de, bu durum maalesef Bösendorfer ve Bechstein için geçerli olamadı. Her ne kadar ekonomik sistemin gerçekleri bu gelişimi zorunlu ve hatta doğal kılsa da, bu gelişme kanımca çok büyük bir kayıptır; zira hepimizin bildiği gibi, ekonomik gerçekler hayattaki tek belirleyici değildirler ve her zaman en “doğru“ sonucu veremezler.

Konser başlarken: Bütün bunları bu kadar detaylı olmamakla beraber aklımızdan geçirirken, bir yandan da konser zamanının yaklaştığı bilinciyle hemen programa göz atmaya çalıştık. İlk dikkatimizi çeken şey, eser seçiminin ve sıralamanın ilginçliğiydi. Daha konser programı ellerimizdeyken Onay alkışlar arasında sahneye doğru ilerledi; her zaman olduğu gibi son derece zarif ve ışıl ışıldı, pozitifliği ve o iç ısıtan enerjisi ile konser salonunu hemen doldurdu. Tabii ki ardından büyüleyici tınıları ile de…

Onay’ın parmaklarından Haydn Fa minör Varyasyonlar dökülüyor: Tipik varyasyon anlayışının dışında olan bu eser, sürekli şekilde minör-majör değişimi içerisinde ilerleyen bir yapıya sahiptir. Aslına bakarsanız bu eserde tek bir temadan bahsetmek çok da doğru değil; ağırlığı ve belirleyiciliği daha fazla olan bir minör tema – ki dönem itibariyle çok da alışıldık olmayan, karanlık ve melankolik bir atmosfere sahip – ve bunun zıt kutbunu teşkil ve temsil eden, parlaklığa ve mutluluğa sahip bir majör tema söz konusu. Esasında özellikle “coda” kısmında belirginleşen modülasyonlarla ve bu şekilde asıl ton ekseninin kaymaya uğramasıyla, ancak romantik dönemde karşılaşılabilen yapıtlara bir öngörü olarak nitelendirilebilir bu eser. Bilindik anlamda virtüözite göstererek değil, geniş bir renk paleti içerisinde ve bahsi edilen minör-majör değişkenliğiyle de ortaya çıkan kontrast imkanlarından azami şekilde faydalanarak layıkıyla ortaya konulabilecek bir başyapıt; zira bu kontrastlar adeta “gece ve gündüz” ya da “siyah ve beyaz” kadar sert. Aynı zamanda, Haydn’ın piyano eserleri arasında da özel bir yere sahip olan bu eserde, Onay bu kontrast imkanlarından son derece güçlü bir şekilde faydalanarak çok renkli ve çok zarif bir yorum ortaya koydu. Açıkçası benim için Onay’ın “ince işçiliği” çok da şaşırtıcı değildi, çünkü bence Onay’ı oluşturan en bilindik ve belirleyici özelliği bu yetkinliği ve damak tadıdır. Avusturyalılar içinse bu meziyetin çok kıymetli olduğunu tahmin edebiliyorum; zira özellikle son yıllarda mekanik mükemmeliyetçiliğe önem veren modanın/akımın tersine, ince işçiliği ve derin müzikalitesiyle performans sunan bir piyanist dinlemek, üstelik bu meziyetlere sahip bir Türk piyanist dinlemek, onlar için mutlaka etkileyici olmuştur diye düşünüyorum.

Onay’ın Schubert seçimi: Bence bu eser Schubert’in sonatları arasında ve özellikle Schubert’in piyano müziğinin tacı konumundaki son üç sonatı arasında en çok “Schubert olmayan” eserdir; Beethoven’a duyduğu (hatta neredeyse kendini hakir görmeye gidecek kadar büyüyen) derin saygının, Schubert müziğinin içerisinde belki de en belirgin şekilde ortaya çıktığı yapıttır. Beethoven’in WoO 80 eser numaralı 32 Varyasyonu’nun bu eser için çok belirleyici bir örnek teşkil ettiğini söylemek sanırım hiç de yanlış olmaz. Seçilen ton, ilk ölçülerden başlayarak ciddi şekilde paralellik gösteren armonik ilerleyiş ve Schubert’in müziğinde esasen çok da ağırlığı olmayan, fakat Beethoven’in müziğinin en belirleyici ögelerinden biri olan dramatizmin belirgin yoğunluğu, bu parallelliği açıkça ortaya koyar. Gülsin Onay, hem bu Beethoven dramatizmini hem de Schubert’in kendi stilini, kendi içselliğini gerçekten son derece içe işler bir şekilde ortaya koydu. Bana kalırsa bu eserin yorumundaki en dikkat çekici özellik, Onay’ın yumuşacık ve inci parlaklığındaki tuşesinin yanında, son derece “yırtıcı” ve “ısıran” bir tınıya da sahip olduğunu cömertçe sergilemesiydi.

Yıllardır süren Saygun-Onay birlikteliği: Bence konser programının en ilgi çekici anlarından biri, Onay’ın Saygun hakkında biyografik bilgiler verdiği anlardı. Konserin yapıldığı ülkeye ait iki bestecinin eserlerinden sonra Onay’ın kendi ülkesinden bir bestecinin eseri ile ilk yarıyı bitirmesi ise, konser programının ne denli ince ve özenli düşünüldüğünün en büyük göstergesiydi. Onay’ın Sonatine’e başlamadan önce besteci ve eser hakkında verdiği bilgiler, Avusturyalı dinleyicilerin bilgilenmelerini ve bu sayede esere son derece ciddi bir şekilde odaklanmalarını sağladı. Dinleyicilerin özellikle son bölümde Onay’a ayak uydurmaya çalışırcasına tartımı sayma ve tempo tutma çabaları, sanatçının verdiği bilgilerle amacına ne denli ulaştığını, duyulan tınılar ise her zaman olduğu gibi Onay’ın usta Saygun yorumculuğunu kanıtladı. Aslında Onay’ın Saygun yorumları konusunda çok fazla bir şey söylemeye gerek olmadığını düşünüyorum, zira hepimizin bildiği gibi kendisi ülkemizde “Saygun piyanisti” olarak anılmakta. Bence de Fazıl Say’ın söylediği gibi, “Saygun, Onay’a gerçekten bir teşekkür borçlu”.

Liszt Rüzgarı: Konserin ikinci yarısı tamamen Liszt’e adanmıştı. Onay’ın ilk olarak seslendirdiği S. 144 eser numaralı Üç Konser Etüdü’nden ikincisi olan “La leggierezza”, hem virtüözite, hem dramatizm ve hem de parlaklık açısından programda kendisini takip eden “Dante Sonatı”na tam anlamıyla bir hazırlık gibiydi.

Eserin adında da – Aprés une lecture du Dante – belirtildiği üzere, Dante’nin ünlü eseri “İlahi Komedya” üzerine Victor Hugo’nun yazdığı bir şiirde kaynağını bulan “Dante Sonatı”, her ne kadar ilk bakışta bu çeşit bir intiba oluşsa da, asla “Program Müziği” çerçevesine indirgenemeyecek bir yapıttır. Eserdeki iki ana unsur – cehennemin derin koyuluğu ve cennetin huzurunu simgeleyen koral – “karanlığın derinliğinden kurtuluşun aydınlığına giden bir yürüyüş”ün sembolü olarak görülebilir, ki bu durum da mason olduğu bilinen bestecinin bu kuruma bağlılığının bir tezahürü sayılabilir. Esasında, Haydn Varyasyonlar’da sözünü ettiğimiz “gece-gündüz” ya da “siyah-beyaz” kontrastı, bu eserle hem konser repertuvarındaki gelişimini ve gerçek anlamda doruğunu buldu, hem de Onay’ın repertuvara ne denli ince bir özen gösterdiğinin bir başka işareti oldu.

Onay, Liszt Dante yorumunda beni ve seyirciyi nefes ve cümleleme konusundaki becerisiyle büyüledi ve aynı zamanda şaşırtıcı bir ustalıkla, ciddi bir güç tasarrufu gerektiren virtüöz pasajlarda seyirciyi ikna etmekle kalmadı, onları soluk soluğa bıraktı. Onay’ı dinlerken bu eseri seçmesinin kesinlikle tesadüf sonucu olmadığını düşündüm. Bir müzisyen ve bir piyanist olarak söyleyebilirim ki, Onay’ın “gücünü ekonomik kullanma ve teknik yeterlilik” konularındaki yetkinliği en çok bu eser ile kanıtlandı.

Alkışların ardından Mecidiye Marşı: Eser, ünlü İtalyan opera bestecisi Gaetano Donizetti ‘nin ağabeyi Giuseppe Donizetti’nin Sultan Abdülmecid için bestelediği ve bir dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun milli marşı olarak da kabul edilen “Mecidiye Marşı” üzerine Liszt’in yazdığı büyük parafrazdır. Liszt’in İstanbul’da verdigi konserler sırasında notalarını edindiği bu marşın üzerine yazdığı parafraz, Sultan’dan da büyük takdir ve övgü görmüştür. Eser, esas itibariyla Donizetti’nin marşının ana teması üzerine kurulu çeşitlemelerden oluşan bir “introduction” ve bunu takip eden marş karakterindeki iki bölümden oluşur. Liszt’in piyano eserleri arasında çok da fazla tanınırlığı olmayan bu eserin, özellikle de bir Türk piyanist tarafından bir Avrupa konserinde icra edilmiş olması ve – yine Saygun örneğinde olduğu gibi – Onay’ın bu eserle ilgili de seyirciyi bilgilendirmesi, sanatçının dinleyici ile kurabildiği sıcak diyalogun bir işaretiydi.

Son olarak, Onay’ın Chopin tınıları: Chopin, genel anlamda bozulmaya ve klişe şekilde yorumlanmaya çok müsait bir bestecidir, maalesef yorumlarda sıklıkla karşılaştığımız bir durum bu. Onay’dan Chopin’in büyük formlardaki eserlerinden birini dinleme şansım olmadı henüz, ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki, benim ve birçok müzisyen dostumun Onay’ın Chopin yorumları hakkında bir görüş birliği mevcut: Bestecinin küçük formlardaki eserlerinde, Onay’ın rafine damak tadı belirgin bir şekilde ortaya çıkıyor. Şahsen bunun en büyük sebebini, Onay’ın nota üzerinde yazan dinamik ile yetinmeyip, bambaşka tınılar aramasında görüyorum.Bu konuyla ilgili eklemek istediğim ufak ama önemli bir detay da var: Onay’ın konser esnasında enstrümandan duymaya pek de alışık olmadığımız birtakım tınıları ortaya çıkarırken dışarıdan da belirgin bir şekilde fark edilen vücut hareketleri, tuşlara son derece değişik dokunuşları. Onay, bu kadife sesleri çıkarırken tek bir nota çalacak dahi olsa bunun için tüm vücudunu kullanıyor, hareketlerini vücut gücünü tam anlamıyla “keserek” ve bunu zarifçe parmak uçlarına yansıtarak gerçekleştiriyor. Özellikle piyanistlerin ne dediğimi tam olarak anlamaları için, Onay’ı mümkün olan en güzel yerden izleyip hareketlerini gözlemlemlerini tavsiye ederim. Ayrıca, Onay’ın bis eseri olarak seçmek yerine, Chopin Nocturne, Prelüd, Vals, Mazurka ve Impromtulerden oluşan seçkilere esas konser programı içerisinde çok daha fazla yer vermesini arzu ediyorum.

Bitirirken: Son dönemde hepimizin fark ettiği gibi “enstrümana hakimiyet” söz konusu olduğunda bir çok piyanist bunu bir güç gösterisinden ibaret sanarak performanslarını rafine olmaktan son derece uzak, ince işçilikten yoksun bir “yanlış anlaşılmış virtüözite” ile ortaya koymakta. Ben, klavsen eğitimim sebebiyle erken dönem eserlerle belki biraz daha fazla ilgilendiğimden, bahsettiğim meziyete sahip ve sayıları hiç de az olmayan değerli Türk piyanistlerimizin, sahip oldukları kıymetli işçiliği bu eserlere repertuvarlarında daha fazla yer vererek göstermelerini de içtenlikle diliyorum.

Konser Tarihi: 25 Eylül 2011
Konser Salonu: Musikschule Deutschlandsberg
Program: Haydn – Fa minör Varyasyonlar Hob. XVII: 6 / Schubert – Sonat Do minör D 958, Saygun – Sonatin / Liszt – 3 Études de concert (3 Konser Etüdü) No. 2 – La leggierezza, Après une Lecture de Dante: Fantasia quasi Sonata (Dante Sonati) /
Bis: Liszt – Donizetti’nin Marşı Üzerine Büyük Parafraz / Chopin – Nocturne

İklim Tamkan
www.neofilarmoni.com/Kasım-Aralık