EMRE ELIVAR

Posted By on January 2, 2014 in yazılar |

EMRE ELIVAR

Berlin’de yaşayan ünlü piyanistimiz Emre Elivar’ın, belirgin bir “kabuk değişimi” ile beraber kariyerinde ciddi bir yükselişe geçtiğini gözlemliyoruz. Elivar bu aralar solo performanslarının yanı sıra bir yandan değerli CD prodüksiyonlarına imza atıyor, diğer yandan da “Arkas Trio” markasıyla müzik dünyamızın değerli kazanımlarından biri haline gelen sürpriz bir oluşumla hayranlarını sevindiriyor… Neo Filarmoni’nin bu sayısında, Emre Elivar ile kapsamlı bir röportaj yaptık. İşte konuştuklarımız…

Herkes gibi biz de müziğe nasıl başladığınızı merak ediyoruz. Konservatuvar öncesi yaşadığınız süreci bize anlatır mısınız?

Piyanoya başlayışım, esasında tam anlamıyla bir tesadüfler zinciri. Dört yaşındayım ve yuvaya gidiyorum. Bir gün, teyzem yuvaya sürpriz bir ziyaret gerçekleştiriyor. Bu ziyaret esnasında hem beni diğer çocuklardan ayrı, tek başına yerdeki taşlarla oynarken buluyor, hem de esasen ismi duyulmuş olmasına rağmen yuvanın şartlarının hiç de beklendiği gibi olmadığını görüyor ve beni yuvadan çıkartıyor. Evde rahmetli dedem benimle yoğun bir şekilde ilgileniyor, bana okuma yazma öğretiyor. Hatta, işi daha da büyüterek bana Almanca ve Fransızca rakamlar ve basit birkaç kelime öğretiyor; yıllar sonra yine buldum bu kargacık burgacık yazılarımla dolu defterleri. Her ne kadar tüm bu uğraşlar beni yeterince meşgul etmiş olsa da, belli ki var olan enerji fazlalığım yine de evde sıkılmama yol açıyor. Tam da bu sıralarda, rahmetli annem gazetede Kemal Eroğlu Müzik Dershanesi’nin ilanını görüyor ve beni oraya götürmeye karar veriyor. Dershaneye gittiğimizde duyuş kabiliyetim kontrol ediliyor ve ben de bu arada yine dedemden öğrendiğim birkaç Almanca şarkıyı söylüyorum. Sonuçta, dershaneye kabul ediliyorum ve o sıralar dershanede çalışmakta olan değerli müzikolog Ümit Gültekin ile piyano derslerine başlıyorum.

Peki Prof. Kamuran Gündemir ile yollarınız nasıl kesişti?

İlk yılın sonunda bendeki yeteneğin normalden biraz daha fazla olduğu kanısına varan sayın Gültekin, beni kendisinin de özel ders almakta olduğu rahmetli Prof. Kamuran Gündemir’e götürüyor. Buradaki zamanlama da yine bir tesadüf; zira, Kamuran Hoca ders vereceği çocuklarda piyanoya hiç değilse biraz olsun başlamış olma özelliğini arıyor. Velhasıl, beni dinledikten ve yeteneğim olduğuna da kani olduktan sonra beni öğrencisi olarak almayı kabul ediyor ve böylelikle on dört yıl sürecek bir eğitim başlıyor.

Prof. Kamuran Gündemir ile ilişkinizin sizin için çok özel olduğunu tahmin edebiliyoruz. Bize detaylı şekilde ilişkinizden ve sizinle ilgili düşüncelerinden bahseder misiniz?

Büyük oranda, Ankara Koleji’ndeki eğitimimi ve piyano derslerini beraber sürdürdüğüm bir dönem. Haftada bir kez okul çıkışında Kamuran Hoca’nın evine gidiyordum annemle beraber. Hem kendisinden, hem de değerli eşi Prof. Selçuk Gündemir’den sadece piyanoyla ilgili değil, bütün hayata dair çok önemli, değerli ve belirleyici şeyler öğrendim. Ailevi sebepler nedeniyle yaşama şansı bulamadığım baba şefkatini de tam anlamıyla Kamuran Hoca’da buldum; o ev, benim ikinci evim, Kamuran ve Selçuk Hocalar da benim ikinci ailem oldular zamanla. İlkokulu bitirip konservatuvara girinceye kadar olan süreçte Kamuran Hoca’ya hitabım “Kamuran Baba” idi, Selçuk Hoca da – annem ve teyzemden sonra – benim için gerçek bir anneydi, halen de öyledir.

Hayattaki en büyük şansım olarak addettiğim olay, şüphesiz ki Kamuran Hoca ile çalışma imkanı bulmuş olmaktır. Yıllar sonra Almanya’ya eğitim için gittiğimde çok daha bilinçli bir şekilde fark ettim ki, Kamuran Hoca daha o yaşlarımdan itibaren bana, inanılmaz bir emekle bütün piyanistlik hayatımı belirleyen ve belirleyecek olan çizgileri vermeye başlamış. İşin müzikal yönünün zorluğu bir yana, bir de bir çocuğa esasen kapasitesini zorlayan bilgiler veriyorsunuz ve bunu o çocuğun bir saniye olsun sıkılmasına mahal vermeden gerçekleştiriyorsunuz. Bu, Kamuran Hoca’nın hakikaten çok usta olduğu bir konuydu. İyi geçen derslerden sonra veda vakti geldiğinde kendisinden ve Selçuk Hoca’dan birer şeker almaya hak kazanırdım, tembelliğim sonucu dersteki verimim yeterli olmamışsa da bu durum hiçbir sabırsızlık veya sinir belirtisi ile değil, sadece “şekersizlik” ile bildirilirdi. Belirli bir zaman sonra evde çalışırken beni denetleyebilmeleri ve bana yardımcı olabilmeleri amacıyla önce annem, annemin rahatsızlığı buna izin vermediği andan itibaren teyzem de Kamuran Hoca’dan kısa dersler almaya başladılar. Böylece ailece Kamuran Hoca’nın öğrencisi olduk.

Gerçekten hem çok zevkli ve hem de her alanda çok eğitici bir dönemdi. Ancak, ilkokulun biteceği yıl Kamuran Hoca’nın aklına bazı sorular takıldı: Acaba Emre ergenlik çağına girdiği zaman piyanodan sıkılır mıydı? Acaba konservatuvardaki – maalesef daha o zamanlarda başlayan – disiplin eksikliği ile dolu ortam Emre’ye fayda yerine zarar mı verirdi? Acaba Ankara Koleji’ndeki eğitimine devam etmesi ve piyanoyu özel derslerle sürdürmesi daha mı hayırlı olurdu? Bütün bu soruları elbette benimle değil, ama annemle ve teyzemle paylaşmış. Ben de onların ağzından bu noktaları yumuşatılmış bir şekilde öğrenip konservatuvar yerine kolej eğitimime devam etmeyi isteyip istemediğim sorusuyla karşılaştığımda verdiğim tepki, sadece ağlamak oldu. Sanıyorum ne istediğim, neyi gerçekten sahiplendiğim ve sonuna kadar sürdürmek istediğim konusunda yeterince açık bir cevap oldu bu tepkim. Ve 1987 yılı Eylül ayında Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki eğitimime başladım.

O zaman, sohbetimizin bu bölümünde konservatuvar yıllarınıza gelelim. Özel derslerden sonra artık “okullu” oldunuz. Hayatınızda neler değişti?

Konservatuvar eğitimi, benim için yeni bir okuldan ve müzik ağırlıklı bir eğitime başlangıçtan başka bir değişim daha ifade etmekteydi: Yatılılık hayatı. Kamuran Hoca, hem daha çok çalışma imkanı bulmam ve hem de beni daha iyi denetleyebilecek olması nedeni ile yatılı okumam konusunda ısrarcıydı. Ben de Piyano Bölümü Lisans Devresi’ni bitirinceye kadar eğitimimi yatılı olarak sürdürdüm. Ankara Devlet Konservatuvarı’nın Erkek Yurdu’nu mesken tuttuğum bu yedi yıl, sonraki Almanya macerama çok daha kolay adapte olmamı ve zorluklara çok daha güçlü bir şekilde göğüs gerebilmemi sağlayan gücü kazandırdı bana.

Okul hayatıma başladıktan sonra yaşadığım en önemli değişiklik, Kamuran Hoca ile olan iletişimimizdeydi. Artık çok daha fazla birlikteydik, okuldaki sınıfının bir üyesiydim; dolayısıyla dersler çok daha yoğun geçiyordu ve elbette okul, daha doğrusu Hoca’mın “mabet” diye adlandırmayı çok sevdiği odası içindeki disiplin, özel ders atmosferinden oldukça farklıydı. Elbette, bana karşı sorumluluğu da artmıştı Kamuran Hoca’nın; kendisi öğrencilerinin sorumluluğunu almak konusunda hakikaten eşsizdi. Kendisini tamamıyla öğrencilerine adamış bir insan olarak, herhangi bir sorun yaşadığımızda ve bu sorunlar çalışmamıza ve performansımıza yansıdığında, çözüm bulmak adına nice uykusuz geceler geçirdiğini ziyadesiyle iyi bilirim.

Peki dersleriniz nasıl geçerdi? Kamuran Gündemir sert bir hoca mıydı?

Az evvel bahsettiğim gibi, Kamuran Hoca’mın bana karşı sorumluluğu artık çok daha farklıydı okuldaki sınıfının bir üyesi olarak. Ve doğaldır ki bu sorumluluk ve ergenliğe adım atma aşamasındaki bir haytayı zapt etmenin zorluğu neticesinde, özel ders zamanında almaya hiç de alışık olmadığım tepkiler almaya başlamıştım Kamuran Hoca’dan. Sert tarafları mutlaka vardı, ama sanırım onu ancak bizzat hocalık yaptığım dönemde edindiğim tecrübeler ışığında gerçekten sağlıklı şekilde değerlendirebilir hale geldim. Açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, onun bizlere gösterdiği sabrı ben öğrencilerime göstermeyi beceremedim.

Kamuran Gündemir’in diğer öğrencileriyle iletişiminiz nasıldı?

Konservatuvar öncesindeki süreçte tanıma/tanışma şansı bulduğum ve yine zaman içinde ailemden saydığım kişiler de oldu mutlaka; mesela Sanem Berkalp, Muhiddin Dürrüoğlu ve Fazıl Say gibi. Sevgili Sanem bana yaşça daha yakın olduğu ve konservatuvar eğitimim boyunca da beraberliğimiz sürdüğü için kendisi ve ailesi ile ilişkim daha yoğun oldu haliyle. Sevgili Muhiddin ve sevgili Fazıl’ı Ankara Konservatuvarı’nın eski binasında verdikleri konserleri ziyaret ederek tanıdım. İşin doğrusu, her fırsatta adlarını duymakta olduğum ve bana örnek olarak gösterilen bu iki değerli piyanisti daha o zamanlarda dinleyebilmek ve etkilerini hissedebilmek, benim için gerçekten çok önemli, özel ve değerliydi.

Konservatuvar yıllarında elbette başka isimler de katıldı bu aile listesine. Hakikaten çok şanslı olduğumu düşünürüm, o yıllardan günümüze kadar sapasağlam kalan dostluklar kurabildiğim için. Ancak bu değerli dostlarım arasında – diğer dostlarımın affına ve anlayışına sığınarak – birinin adının altını biraz daha kalın çizmem gerekiyor: Şu anda New York’ta yaşamakta olan değerli besteci ve şef Mahir Cetiz.

Sizce, Kamuran Gündemir’in öğrencilerininmutlak başarısının sırrı nedir?

Bizzat kendisi! Ocağındaki eğitimimizden sonra edindiğimiz tecrübeleri ve kendimizleuğraşımız neticesinde yaşadığımız gelişmeyi önemsememek anlamında değil elbette; amaondan aldığımız temel o kadar sağlam, derinve belirleyiciydi ki, bu temelin üzerine yeni şeyler koymak ve kendimizi geliştirmek, hem hayatımızın doğal bir parçası hem de kendimize, bu temele ve elbette ona karşı sorumluluğumuzun kaçınılmaz gereği idi.

Geriye dönüp baktığınızda, bahsettiğiniz bu sıkı disiplin size neler kazandırdı?

Etrafımızı çerçeveleyen sıkı disiplin, ben her ne kadar ergenlik zamanının beraberinde getirdiği değişim nedeniyle fazlasıyla tembellik kaçamağı yapmış olsam da, beni doğal bir şekilde piyanoya bağlamaktaydı. Okul öncesi döneme göre çok daha yoğun bir şekilde çalışmaya ve repertuvar yapmaya başladım, sıklıkla kapasitemi aşan eserlerle boğuştum ve Kamuran Hoca’nın sonsuz emeği sayesinde müzik hakkında gerçekten çok şey öğrendim. Hakikaten, o yıllarda çalıştığım birçok büyük eser – mesela Bach Süitler, Beethoven “Les Adieux”, op. 109 ve op. 111, Schubert Wanderer-Fantasie, Liszt Rapsodiler ve Etüdler, Mussorgsky Bir Sergiden Tablolar vb. – ve bu eserlerde öğrendiğim derinlik, bana ömrüm boyunca rehberlik edecek niteliktedir. Ayrıca, Kamuran Hoca’nın çok büyük önem verdiği Türk bestecilerinin eserlerinin yorumu hususu, bu alanda da özel ve hatırı sayılır bir repertuvar yapma ve renk paletimi bu mecradan da zenginleştirme imkanı verdi bana.

Kompozisyon bölümünde de okuduğunuzu biliyoruz, ama yanılmıyorsam herhangi bir eserinizi dinlemedik şu ana kadar. Peki bu durumda neden kompozisyon eğitimi?

Evet, 1989 yılında Kompozisyon Bölümü’nde de okumaya başladım. Bu eğitim, müziğin yapısal yönünü çok daha detaylı bir şekilde öğrenme, analiz edebilme ve kavrayabilme şansı verdi bana; bence bu özellik, esasen her yorumcu için elzemdir ve yaşamsal bir öneme sahiptir. Beste yapma konusuna gelince… Elbette konservatuvar yıllarında almakta olduğum kompozisyon eğitimimin doğal gerekliliği neticesinde bazı eserler yazdım. Ancak, bu hususa kişisel bakışım şu: Yorumculuk, anladığım ideal anlamıyla, icra etmeye karar verdiğiniz partisyonu önce her detayıyla öğrenmenizi, ardından o partisyon sanki kendi yazdığınız bir esermiş gibi onu içselleştirmenizi ve her hücrenize nüfuz etmesine imkan vermenizi, en sonunda da müziği içinizden kendi kişiliğinizle de birleştirerek çıkarmanızı ve sergilemenizi kapsayan bir süreç. Bu durumda, günün büyük bir bölümünde Bach, Mozart, Beethoven, Brahms, Liszt, Berg, Ligeti vb. ile uğraşıp partisyonları içselleştirmeye, “ben” olmalarına ve özümle birleşmelerine imkan vermeye çabaladıktan sonra, “eşref saatim” geldiğinde bir anda düğmeye basıp “Tamam! Şu anda her şeyi unutuyorum, şimdi 2011 yılında Berlin’deyim ve bütün bu yaşadığım yoğun etkileşimlerden külliyen bağımsız, sadece kendim ile baş başa kalarak sadece kendi müziğimi yazıyorum!!” demek, bana inandırıcı ve dahi samimi gelmiyor. Sakın yanlış anlaşılmasın; bu durum, benim yapmayı beceremediğim bir ayrımı ifade ediyor sadece, bahsettiğim inandırıcılık ve samimiyet sadece kendimle ilgili düşüncelerimle sınırlı. Ama kendimle ilgili olarak farkına vardığım şey, yorumculuk ve bestecilik arasındaki arası giderek açılan bu ayrımın üstesinden gelemediğim bir gerçeklik olması.
Pekala, o zaman Ankara Devlet Konservatuvarı’ndaki eğitimin sonuna gelelim şimdi.

1994 yılında Piyano Bölümü Lisans Devresi’nden, 1996 yılında da Piyano Bölümü Yüksek Lisans Devresi ve Kompozisyon Bölümü Lisans Devresi’nden mezun oldum ve kazanmış olduğum Alman www.neofilarmoni.com/Ocak-Şubat Devlet Bursu (DAAD) vasıtasıyla eğitimimi sürdürmek üzere Almanya’ya geldim.

Bu durumda okulu bitirmeniz gereken tarihten önce bitirmiş olmuyor musunuz?

Toplam üç kez sınıf atladım öğrenimim boyunca. Bahsini ettiğiniz kısalık bu yüzden.

Türkiye’den değil de Almanya devletinden burs almanız oldukça dikkat çekici. DAAD bursunu nasıl aldınız? Bu bursu alan acaba bilmediğimiz başka tanıdık isimler de var mı?

DAAD bursu, Alman Dışişleri Bakanlığı tarafından verilen bir mübadele bursu. Benden önceki dönemde, müzik alanında bu bursu alan fakat isimlerini hafızamın zayıflığı nedeniyle zikredemeyeceğim, bu nedenle de ancak aflarına sığınabileceğim birçok değerli sanatçı mevcut. Ben kendi dönemimle ilişkili olarak hatırımda kaldığı kadarıyla her biri çok büyük saygı ve sevgi duyduğum müzisyenler olan Fazıl Say, Tuncay Yılmaz, Çağatay Akyol, Emre Tamer, Özgür Aydın, Sinan Dizmen, Murat Akkın ve Alev Akcoş’un isimlerini vereyim bu meyanda – yine zikretmeyi ihmal etmiş olabileceğim değerli isimlerden en başında affımı dileyerek.

Ankara Konservatuvarı’nın ardından Almanya maceranızda hangi şehirlerde ve hocalarla piyano çalışmalarınıza devam ettiniz? Bu seçimi yaparken sizin için en belirleyici sebepler neydi?

Konservatuvarda okumaya başladığım zamanlarda bana Kamuran Hoca’nın sıklıkla söylediği ve bu şekilde beynime işlediği bir şey vardı: Sen de Muhiddin ve Fazıl gibi üç kere sınıf atlayacaksın ve ardından eğitimine Avrupa’da devam edeceksin. Bu içselleştirme neticesinde ben de, işin doğrusu, okul bittikten sonra ne yapacağımı sorgulama sıkıntısından kurtuldum. DAAD Bursu, eğitimi yurt dışında sürdürmek için hakikaten çok önemli bir imkan; keza Almanyada – pek tabii ki sevgili Fazıl dolayısıyla – en başında düşünülen ülkeydi. Açık söylemek gerekirse okullar, hocalar ve genel sistem hakkında çok da fazla bilgi sahibi olmadan gittim Almanya’ya. Mannheim’daki dört aylık yoğun dil kursunun ardından eğitimime Dresden’de Prof. Peter Rösel ile başladım.

Almanya’daki eğitim sistemini nasıl buldunuz? Türkiye’deki sistem ile arasında farklılıklar var mıydı?

Farklılıklar mutlaka var. Almanya’da okuduğum her iki akademide de lisans üstü eğitim aldığım ve enstrüman harici ders yoğunluğu lisans devresinde söz konusu olduğu için sistemle ilgili farkları birebir yaşamadım diyebilirim; ama sanırım öncelikle belirtmem ve altını çizmem gereken farklılık, enstrümanistlere verilen teorik derslerin Türkiye ile kıyaslanmayacak derecede yoğun ve ciddi olduğu gerçeğidir. Nedense, Türkiye’de enstrüman dışı dersler, öğrenciler tarafından angarya olarak görülür ve çok da ciddiye alınmazlar. Halbuki yaptığımız işin teorik ve tarihsel yönünü de aynı ciddiyet ve yoğunlukla öğrenmek, fikir ve bilgi sahibi olmak, bir müzisyenin olmazsa olmazlarından olmalı. Aksi takdirde, bilinçli bir şekilde müzik yorumlamak elbette ki mümkün olamaz.

Benim Almanya’daki eğitimimde yaşadığım temel farklılık ise kişisel bir durumdu. Başka bir hocayla çalışmaktaydım on dört yıldan sonra, bambaşka fikirler vardı karşımda ve tabii ki bambaşka bir üslup. Açıkçası, Kamuran Hoca’nın yoğun emeğine, kendisinden yapmam gerekenleri birebir almaya ve öğrenmeye o kadar alışmıştım ki, daha Almanya’ya gitmeden içimi bir korku kaplamaya başlamıştı. Aynı yoğun ilgiyi bulamayacağım aşikardı, o zaman tek başıma nasıl becerecektim bunca şeyin üstesinden gelmeyi? Prof. Rösel’da bana en çok fayda sağlayan şey, kişiliği ve üslubuydu. Zaten yeni bir ülkede yeni bir hayat kurmaya çalışırken, bireysel çalıştığım tek hocanın görece mesafeli bir kişiliğe sahip olması, bana çok kısa bir zaman zarfında çalışma ve düşünme sistemimi ciddi şekilde değiştirmem gerektiğini gösterdi. Belki de tam olarak ihtiyacım olan ortamı buldum Dresden’de.

Piyano/enstrüman hocası sizce neye göreseçilmeli?

Bu sorunun standart bir cevabı yok elbette. Kendi hesabıma şöyle söyleyebilirim: Çalışılacak hocayı seçmeden evvel mutlaka kendisi ile iletişim kurulmalı, imkan dahilinde ise birkaç ders yapılmalı ve diğer öğrencileriyle yaptığı dersler takip edilmeli. Sonuçta bireysel ders yapıyorsunuz ve hocanın müzisyenliği kadar kişiliğinin de sizinle uyuşması, iletişiminizin sorunsuz olması son derece önemli. Daha de spesifik bakacak olursak, şahsi kanaatim, isimlerini bu alanda az çok araştırma yapmış olan herkesin rahatlıkla bilebileceği “jüri üyesi” hocalar yerine, gerçekten müziği bilen ve öğretme, aktarabilme melekesine sahip profesörlerin tercih edilmesi yönünde. Maalesef fazlasıyla “iş adamı” mevcut piyasada ama amaç müziğin özünü öğrenmek ve kendini geliştirmekse, ihtiyaç duyulan şey, gerçek anlamıyla “hoca”.

Dresden’den sonra Berlin’i tercih etme sebebiniz neydi peki?

Dresden’de geçen üç senenin sonuna yaklaştığımda, artık hem başka bir profesör ve hem de başka bir şehir ihtiyacında olduğumu fark etmeye başladım. Şüphesiz Prof. Rösel’dan öğreneceğim şeyler mevcuttu; ancak kendisinin müziği algılayış şeklini kavradığımı düşünüyordum ve başka fikirlerle de karşılaşabilmeyi istiyordum, ayrıca her ne kadar halen çok sevdiğim bir şehir olsa da Dresden de bana dar gelmeye başlamıştı artık.

Kimlerle çalışabileceğimi araştırmaya başladım ve kendime birkaç isim seçtim. Ama daha en başından niyetim, elbette giriş sınavını kazanmam durumunda, Berlin veya Hamburg’da eğitimimi sürdürmekti. Özellikle belirli bir yaştan sonra yaşadığınız şehir de gerçekten çok büyük bir önem kazanmaya başlıyor. Elbette akademiden ve çalıştığınız profesörden, ama bunlardan çok daha kişisel ve belki de bu yüzden çok daha önemli bir şekilde, yaşadığınız şehirden ve hayattan besleniyorsunuz. Ben de üç senelik Almanya tecrübeme istinaden, kendimi en iyi bu bahsini ettiğim iki şehirde hissedebileceğimi düşündüm ve başvurularımı gönderdim.

İlk sınav Berlin’de oldu. Berlin’in diğer okullara göre farkı, doktora öğrenimi için yapılan sınavların iki aşamalı olmasıydı; kontenjan teker teker bölümleri değil, okul genelini kapsadığı için ilk sınavı kendi enstrümanınızı çalan müzisyenlere karşı, ikinci sınavı da ilk sınavdan çıkan bütün enstrümanistlere karşı veriyorsunuz. Yaklaşık iki haftalık bir zamanı kapsayan bu sınav süreci sonunda Berlin Hanns Eisler Müzik Akademisi‘nde Prof. Georg Sava ile okumaya hak kazandım.

Prof. Georg Sava da Almanya’da Prof. Kamuran Gündemir’in Türkiye’de olduğu gibi oldukça ünlü bir isim sanıyorum. Öğrencileri ve seviyeleri hakkında düşünceleriniz nedir?

Prof. Sava, az evvel bahsettiğim “hoca” tanımına birebir uyan bir kişi, tercihimin sebebi de buydu. Sınıfının sadece virtüöz öğrencilerden oluşmasını arzu eder birçok profesör, kısmen haklılık payı da görebiliyorum bu istekte. Ama Prof. Sava, çalıştırmaya karar vereceği öğrenciyi seçerken tek bir kriterden yola çıkar: Öğrencinin, kapasitesi ve yeterliliği ne olursa olsun, müziği öğrenme isteği ve azmi. Sınıfında bulunduğum uzun süre boyunca pek çok piyanistle bir arada oldum; aralarında gerçek virtüözler de vardı, kapasitesi limitli olanlar da. Ama, Prof. Sava’nın öğrencileri arasında ayrım yaptığına bir an bile şahit olmadım. Karşısında almak, kavramak ve öğrenmek isteyen bir öğrenci olması, Prof. Sava’nın tüm emeğini ortaya koyması için ziyadesiyle yeterli bir durum.

Türk hocaların öğrencilerini daha çok sahiplendikleri söylerler, belki de Avrupa disiplinin getirdiği bireysellikten dolayı. Kamuran Bey ile olduğu gibi Prof. Sava ile de özel bir bağ oluştu mu aranızda? Hala görüşüyor musunuz?

Elbette Kuzey ve Güney Avrupa insanı arasında bir sıcaklık farkı var genel konuşmak gerekirse, istisnalar da bilindiği üzere kaideleri doğruluyorlar. Prof. Sava, Romanya’da doğup büyüyen, olgunluk zamanında Almanya’ya yerleşen bir müzisyen. Yaşam kültürü anlamında bana bir Orta Avrupalıya göre doğaldır ki çok daha yakın. Ama elbette bu samimiyet, iş ciddiyetini ve disiplinini hafife almak anlamına gelmiyor.

Prof. Sava’nın nasıl bir insan olduğunu ilk tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra ve çok belirleyici bir örnekle anladım. Sınavları kazandıktan sonra kendisiyle konuşurken, yaz mevsiminin sonunda Portekiz’de ve Almanya’da yarışmalara katılma niyetinde olduğumu kendisine anlattım. O da – tatil zamanlarının büyük çoğunluğunda yaptığı gibi – yaz mevsimi boyunca Berlin’de olduğunu ve istersem gelip kendisiyle yarışma programlarımı çalışabileceğimi söyledi. Kendisiyle hoca – öğrenci ilişkim esasında Ekim ayında başlayacak olmasına rağmen getirdiği bu cömert öneri, beni fazlasıyla etkiledi ve sevindirdi. Ağustos ayı içinde yaklaşık on gün Berlin’de kaldım ve bu süre zarfında bana her gün en az iki saat zaman ayırdı. Porto’daki yarışma sırasında beni sıklıkla aradı, moral ve destek verdi. Ardından, Bremen’deki yarışmada da ilgi ve alakası aynı şekilde sürdü. Kendisiyle son olarak final öncesindeki provaların ardından görüştüm; bana, sadece ve sadece müziği düşünmemi önerdi ve bol şans diledi.

Finalde ikinci sırada sahneye çıktım ve Liszt’in Mi bemol Majör 1. Piyano Konçertosu’nu çaldım. Ardından yaklaşık yirmi dakikalık bir ara verildi, ben de bu ara esnasında kuliste kendi kendime dolanmaktaydım. Birdenbire karşımda Prof. Sava’yı buldum gülümseyen bir yüzle. “Ne yalan söyleyeyim, çok heyecanlandım ve yerimde duramadım Berlin’de. Arabama atlayıp Bremen’e geldim, şimdi de hemen geri dönüyorum. Bu kaçamağım aramızda kalsın, eşimin bile haberi yok buraya geldiğimden.” dedi, beni içtenlikle kutladı ve gitti. Kendimi tekrar etme pahasına da olsa söyleyeceğim: Halen resmi olarak öğrencisi değildim o anda ve beni tanıyalı sadece üç ay olmuştu. Sanıyorum sahiplenme konusuna verebileceğim en iyi cevap bu.

Bana duyduğu güveni bu erken aşamada bile ciddi şekilde gösteren Prof. Sava, öğrenimim boyunca da bu güveni çeşitli vesilelerle sık sık ortaya koydu. Kendisiyle ilişkim – kıyaslamak hiçbir şekilde mümkün değil elbette ama – Kamuran Hoca ile olan ilişkime benzer yönler taşımaktaydı. İşin en başında, bu iki değerli müzik insanının da piyanoya geç yaşta başlamış olmaları ve piyano öncesi zamanda bir akordeon geçmişine sahip olmaları çok enteresan bir tesadüftü, eğer tesadüf olgusuna hakikaten inanıyorsak. Balkan kültürüne sahip olması ve mantalitelerimizin birbiriyle uyumlu olması da muhakkak ki ilişkimizi daha da derinleştiren bir nokta oldu. Son derece kuvvetli bir mizah anlayışı var; dersler esnasında anlatmak istediği bir noktayı açıklarken çok ciddi bir iş üzerinde uğraş veriyor olmanıza rağmen bir anda kahkaha krizine tutulabilirsiniz mesela. Öğrencilerine verdiği emek, sadece akademik takvimle sınırlı olmadı hiçbir zaman. Hele ki öğrencilerinin yoğun bir yarışma ya da konser programı mevcutsa, okulun kapalı olduğu zamanlarda bile giriş kapısının anahtarını temin eder ve onlarla çalışmaya devam ederdi. Artık emekli oldu, ama evinde ders vermeye devam ediyor. Laf aramızda, tıpkı akademide ders verdiği zamanlarda olduğu gibi, diğer profesörlerin öğrencileri hala gizli saklı olarak evinin kapısını aşındırmaya devam ediyorlar; yani çalışma yoğunluğunda bir azalma olmadı. Özellikle son zamanlarda ziyaretlerimin sıklığı azaldı maalesef, sık sık sitem de alıyorum bu nedenle. Ama hemen ardından da “Merak etme, Romen Amca kızgın değil sana.” demeyi de ihmal etmiyor. Sözün özü, gerçekten çok büyük saygı, sevgi ve bağlılık hissettiğim bir insan Prof. Sava.

Almanya’da eğitim gördüğünüz süre içerisinde birçok önemli yarışmada derece aldınız. Bunlardan sizin için en kıymetlisi hangisi?

Birini diğerinden daha fazla öne çıkarmak ne kadar doğru, bilmiyorum; zira her bir yarışma, bambaşka bir tecrübe anlamına geliyor. Ama sanıyorum üç büyük ödül aldığım, final performansımın ve Bach yorumumun CD olarak basıldığı Bremen Yarışması, çok değerli insanlarla tanışma şansı bulduğum ve Yeni Dünya’yı ilk ziyaretime vesile olan Cincinnati’de yapılan Dünya Piyano Yarışması’ndaki bronz madalya ve ödülü kazandıktan sonra düzenlenecek olan konserde çalmak üzere Prof. Sava ile çok kısa bir zaman içinde ve çok yoğun bir şekilde çalışarak hazırladığım ve repertuvarımda benim için özel bir yere sahip olan Beethoven op. 120 Diabelli-Varyasyonları tecrübesini de içeren Artur Schnabel Ödülü, özel anılarım arasında yer alıyorlar.
Bir de Sony firmasından çıkardığınız Schubert-Schumann CD’sinin nasıl ortaya çıktığını merak ediyoruz.

Berlin-Brandenburg Radyosu’nun (RBB) Berlin Radyo Senfoni Orkestrası’nın canlı yayınlanan konserlerini verdiği salonda bulunan 1975 yapımı Bechstein piyano, ciddi bir restorasyon geçiriyor ve Sony, RBB ile ortak bir projeye imza atarak bir CD çıkarmak istiyor. Prof. Sava’nın sınıfından çok sevdiğim ve piyanistliğini gerçekten çok takdir ettiğim bir dostum, RBB’deki sorumlu tonmayster Maria Suschke’nin kendisini aradığını, bu projeden bahsettiğini ve yapılacak seçmelere kendisini davet ettiğini, ayrıca önermek istediği başka piyanistler olup olmadığını sorduğunu, kendisinin de beni önerdiğini anlattı bana. Söz konusu tonmayster ile iletişime geçtim ve davetini elbette büyük bir mutlulukla kabul ettim. Birkaç ay sonra seçme tarihi belli oldu, ben de gittim ve çaldım. Uzunca bir zaman menfi veya müspet herhangi bir cevap gelmeyince pek de umut bağlamadım açıkçası ama sonuç olumlu oldu. Repertuvar konusunda uzunca bir müddet fikir teatisinde bulunduk Sony ve RBB ile. Neticesinde de Schubert D 946 Üç Piyano Parçası ve Schumann op. 13 Senfonik Etüdler’de karar kıldık.

Çok sorunsuz bir kayıt süreci olduğunu söyleyemeyeceğim; zira, çaldığım Bechstein, çok özel bir renge ve karaktere sahip olmakla beraber, mekanik olarak günümüzdeki piyanolardan ziyade 20. yüzyılın başındaki www.neofilarmoni.com/Ocak-Şubat piyanolara yakınlık göstermekteydi. Ben şahsen Schubert’in daha sorunlu olacağını düşünmüş ve kayda bu eserle başlamak istemiştim ama umduğumdan çok daha kısa bir zamanda sonuç alabildik Üç Parça’dan. Schumann ise bir hayli zorladı; piyanonun özellikle bas-tenor bölgesinden elde etmeyi elzem gördüğüm sıcak ve yoğun tınıyı elde etmek bir hayli güç oldu. Ama tüm zorluklarına rağmen çok keyifli bir kayıt süreci oldu. Başta şef tonmayster Maria Suschke olmak üzere çok değerli insanlarla tanışma şansı buldum bu kayıt sayesinde.

CD’nin ardından eleştiriler de almışsınızdır muhakkak. Ne yöndeydi bu eleştiriler?

Genel anlamda çok pozitif eleştiriler aldım. Özellikle Schubert Üç Parça nedense çok sık çalınan ve bolca kaydı bulunan bir eser değil, bu anlamda repertuvar seçiminin de övgü alması beni mutlu etti. Bazı eleştirilerde ufak detaylarla ilgili farklı görüşler belirtilmiş olsa da kritiklerin hepsinde altı çizilen nokta, genç Türk piyanistin son derece başarılı bir “debü” CD’sine imza attığıydı.

Bu Sony kaydı dışında bir de Necil Kâzım Akses CD’niz olduğunu biliyoruz. Bu kayıtlar nasıl gerçekleşti? Oradaki yorumlarınız hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Kamuran Hoca’nın Türk bestecilerinin eserlerinin yorumlanması konusuna gösterdiği hassasiyetten bahsetmiştim. Ankara’da okurken bu değerli bestecimizi onurlandırmak için onun eserlerinden oluşan bir konser düzenlenmişti, ben de bu konserde kendisinin On Piyano Parçası’nı seslendirmiştim. Konser sonrası hem rahmetli Necil Hoca’nın değerli övgülerini alma ve hem de konserde bulunan oğlu değerli diplomat Ahmet Akses ile tanışma şansı bulmuştum. Bu konserden yıllar sonra, o sırada Hannover Başkonsolosluğu görevini sürdüren değerli Ahmet Akses, Necil Hoca’nın vefatının ardından onun anısına bir CD çıkartılması fikrini oluşturdu ve değerli dostlarım Aylin Çakıcı ve Özgür Aydın ile beraber bana da bu projede yer verme inceliğini gösterdi. Bu kayıtta On Piyano Parçası’nı ve Minyatürler’i çaldım. Beni hem geçmişe, On Parça’yı ilk kez çalıştığım ve yorumladığım dönemlere götürdü çalışma süreci, hem de eserleri yıllar sonra yeniden ele alıp başka açılar keşfetme, daha olgun bir şekilde değerlendirme ve derinleşme imkanı verdi bana.

Hocalıkla aranız nasıl? Ders vermeyi seviyor musunuz?

Berlin’deki eğitimimin son yarım senesinde akademide ders vermeye başladım, mezuniyetimin ardından verdiğim dersler de yoğunlaştı. Yaklaşık dört sene boyunca sürdürdüğüm bu uğraş, bana her ne kadar yeni tecrübeler katmış ve birçok şey öğretmiş olsa da, sonunda hocalığın pek de bana göre olmadığına karar vermek zorunda kaldım. Bir yorumcunun çalışma süreci, benim anladığım ve uyguladığım şekliyle, müzisyenin kendi kendisine ders vermesi aslında. Düşündüğünüz, hissettiğiniz, öngördüğünüz, keşfettiğiniz içeriği beyninizden ve kalbinizden parmaklarınıza aktarma hadisesi genel olarak; yorumcunun “doğru” addettiğini kendine uygulatması kısaca. İtiraf etmem gerekir ki kendime karşı pek de sabırlı bir insan değilim çalışma sürecinde ve bu sabırsızlık maalesef başka öğrencilere ders verme konusunda da kendini göstermeye başladı zaman içinde. Bir de işin başka bir ilginç yönü var, o da şu: Öğrencinin sorunlarına en doğru çözümü bulmak için fark etmeden de olsa bu sorunları içselleştirme yoluna gitmişim. Bu durum, her ne kadar öğrenci için çözüm üretmek konusunda bana yardımcı olsa da, sahnede performans ortaya koyarken bizzat aynı sorunları yaşar hale gelmemden dolayı bende ciddi anlamda sıkıntı yaratmaya başladı. Yol ayrımına geldiğim zaman da seçimim elbette yorumculuk oldu.

Sürekli ders vermek ve öğrencinin sorumluluğunu daimi şekilde üstlenmek değil, ama mesela bir hafta ile on gün arasında bir zaman dilimini kapsayan kurslar, hakikaten bana çok zevk veren oluşumlar. Genç meslektaşlarımla müziği paylaşmak, beraberce fikir üretmek ve onlara elimden geldiğince katkıda bulunabilmek hakikaten çok keyifli…

Peki bu ustalık sınıflarında en çok gözünüze çarpan şey (olumlu ya da olumsuz) ne oluyor? Örneğin, öğrencilerin sahip olduğu özel bir vasıf, yetenek yahut belirgin bir eksiklik ya da yanılsama dikkatinizi çekti mi?

Almanya ile Türkiye’deki müzik eğitimi arasındaki farklılıklar konusunda konuşurken, Türkiye’deki teorik ve tarihsel derslere yeterince verilmeyen öneme ve özene vurgu yapmıştım. Bu durum, Türkiye’de verdiğim kurslarda da sıklıkla karşıma çıkıyor maalesef. Daha da basite indirgeyerek şunu söyleyeyim: Anlatmak istediğim bir konuyu başka bilinen eserlerin benzer pasajlarıyla da örneklendirerek açıklıyorum ve çaldığım bu eserin ne olduğunu soruyorum. İnanın verdiğim örnekler ortalama bir müzik dinleyicisinin bile rahatlıkla bilebileceği eserlerden, ama kursta eserin ne olduğunu bilen öğrenci nadiren çıkıyor. Bunun tam zıttı örnekler de mevcut. Mesela, geçen sene Mersin’de dinlediğim bir öğrencinin Bach 2. Fransız Süiti’nin ilk bölümü Allemande’ı sıfır pedalla ama gerçekten etkileyici bir rahatlık ve legato ile çalması beni çok şaşırtmıştı. Keza, Gümüşlük’te verdiğim kursta dinlediğim bir Beethoven op. 10 No. 1 Do minör Sonat da aynı şekilde incelik ve olgunlukla icra edilmişti. Elbette farklı kişilikler, farklı yetkinlikler ya da eksikliklerle karşılaşıyorsunuz kurslarda; ama cevabımın başında belirttiğim husus ve bu hususla bağlantılı olarak partisyona sadakat ve anlamını gerçekten araştırıp bulmak konusundaki eksiklikler, negatif yönde altını çizmem gereken noktalar.

Biraz da sevdiğiniz müziklerden konuşalım. Klişe olmamak için “En çok icra etmeyi sevdiğiniz eser nedir?” demeyeceğim ama kendinize en yakın bulduğunuz ve içselleştirdiğiniz besteci kimdir?

Tek bir isim vermek kesinlikle mümkün değil. Ötesi, kendimi belirli bir döneme ya da besteci grubuna odaklamaktansa, paletimi mümkün olduğunca geniş tutmaya çabalıyorum. Zira mesela Chopin’de keşfettiğim bir nokta bana Bach’da başka kapılar açabiliyor, ya da Liszt’de uğraştığım bir sorun meyvesini Messiaen’da da verebiliyor.

Konser programlarınızı neye göre belirliyorsunuz? Repertuvar oluştururken neleri göz önüne alıyorsunuz?

Orkestra eşliğinde icra edeceğim bir konçerto söz konusu olduğu zaman eser belirleme süreci, orkestra ile aramdaki diyalog ile belirleniyor. Resitalde ise elbette daha özgürüm. Bir ara yoğun bir şekilde tek bir bestecinin eserlerine ayrılmış resitaller yaptım, ama bunun çok da iyi bir fikir olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. Genel olarak amaç, olabildiğince farklı renkler sunabileceğim programlar hazırlamak. Çarpıcı kontrastlar da buna dahil elbette.

Hayranlarınızdan aldığınız görüşlerin bir ortalamasını almak gerekirse, dinleyiciler size en çok hangi eserleri yakıştırıyorlar sizce?

Bilemiyorum açıkçası. Sanıyorum İstanbul Festivali’nde verdiğim son resitalin “Romantik Çeşitlemeler” başlığını taşıması ve takip eden süreçte de Chopin ve Schumann ağırlıklı resitaller vermiş olmam, bazı yerlerde hakkımda “romantik piyanist” gibi nitelendirmeler okumama yol açtı. Kısaca yanıtlamak gerekirse, bana eserin yakıştırılmasından ziyade benim esere kendimi yakıştırabilmem ve layıkıyla icra edebilmem hususu belirleyici.

Değerli piyanistimiz Özgür Aydın’la gerçekleştirdiğiniz dev proje hala aklımızda ve kulaklarımızda. Bu fikrin nasıl oluştuğunu anlatabilir misiniz? Devamı gelecek mi? Yine böyle bir seri yapmayı düşünüyor musunuz?

Esasında sevgili dostum Özgür’ün başıma açtığı bir işti bu proje. Hakikaten gerçekleştirilmesi pek kolay olmayan bir repertuvar, aynı şekilde dinleyiciyi için de iki gün arka arkaya üçer saati aşan programları dinlemek hafife alınacak bir şey değil. Ama, hem bizim için ve hem de dinleyiciler için keyifli oldu, Türkiye’de Bach 48 Prelüd-Füg’ün ilk kez bütünüyle seslendirilmesi de önemli bir olaydı. Buna benzer projeler yapılabilir elbette, önemli olan zamanın ve konser repertuvarlarının uyuşabilmesi.

Piyanisti olduğunuz ve yakın zamanda kurulan Arkas Trio için neler söylemek istersiniz?

Sevgili dostum Tuncay Yılmaz’ın geliştirdiği ve Sayın Lucien Arkas’ın hem maddi hem de manevi olarak sahiplenip mümkün kıldığı bir oluşum Arkas Trio. Türkiye’nin ilk kurumsal triosu, bu beraberliğin daha uzun yıllar boyunca süreceğine ve performansını hep üstüne koyarak devam ettireceğine de tüm kalbimle inanıyorum. Hakikaten, Arkas Trio’yu enternasyonal anlamda bilinir, tanınır ve saygı duyulur bir “ensemble” konumuna ulaştırmak en büyük amacımız.

Peki bu üç müzisyen birbiriyle iyi anlaşabiliyor mu? Bu birliktelikte “anlaşabilmenin” önemi var mı sizce? Ve bize üç kelimeyle grubunuzu tarif eder misiniz?

İlk provalarımızın gerçekleştiği geçtiğimiz Ağustos ayı, benim için aynı zamanda sevgili Gustav Rivinius ile tanışma anlamına da geliyordu. Sevgili Tuncay’ın daha evvel birçok kez aynı sahneyi paylaştığı sevgili Gustav ile üçümüz, daha ilk andan itibaren hem müzikal hem de kişisel olarak gerçekten özel bir uyum yakaladık. Anlaşabilmek tabii ki son derece önemli; hem müzikal olarak, zira oda müziği yapıyoruz, hem de müziğin dışında, çünkü paylaşımımız elbette prova ve konserler ile sınırlı değil. Ayrıca tek bir konser için değil, uzun yıllar sürmesi planlanan bir beraberlik bu. Kısacası, çok büyük zevk aldığım ve beni cidden çok mutlu eden bir oluşum. Üç kelimelik tarife gelince: Sanırım en doğrusu “keyif, disiplin ve performans” üçlemesi olur.

Daha önce de oda müziği ile ilgileniyor muydunuz? Yoksa solo performanslar mı daha çok ilginizi çekiyordu?

Aktif katılımcı olarak oda müziğine olan ilgim, özellikle okul yıllarından sonra biraz sınırlı oldu. Elbette birçok değerli müzisyenle konserlerim oldu geçen zaman zarfında; fakat bir beraberliği daimi kılmak, sadece uyuşmaktan ve keyif almaktan öte bazı temel gereklilikleri de beraberinde getiriyor. Ayrıca bilindiği üzere ziyadesiyle geniş bir repertuvarı var enstrümanımın ve henüz çalmadığım ama öğrenmek ve repertuvarıma almak için sabırsızlandığım çok fazla eser var. Zaten, Arkas Trio’nun her üç üyesi de hem oda müziği birlikteliklerini ve hem de solo kariyerlerini beraberce sürdürmekteler.

Konserlerden önce konstanstrasyonunuzu nasıl sağlıyorsunuz? Belli başlı rutinleriniz var mı? Bir de merak ediyorum: Son dakikaya kadar çalışır mısınız?

Çalışma düzeninizi doğru bir şekilde oturttuğunuz zaman, zaten belli bir aşamadan sonra eser detayları ile uğraşmanın yanında konser performansını da prova etmeye başlıyorsunuz. Buradaki amaç, konserin hiç bilinmedik ve negatif anlamda heyecan verici bir hadise olmaktan çıkması. Özel bir konsantrasyon tekniğim yok açıkçası. Bir ara bir rutin oturtmaya çalıştım konser önceleri için ama bu çaba bana fayda yerine zarar verdi, bunu çok iyi görebiliyorum. Sözün özü, konserdeki en temel şey, yorumcunun kendini müziğin derinliğine ve paylaşımın güzelliğine bırakabilmesi… Son dakikaya kadar çalışmak da benim tercih ettiğim bir şey değil, bunun yerine kendimi zihinsel olarak konsere hazırlamayı ve dinlenmeyi daha uygun buluyorum.

Müzisyen okurlarımıza da faydalı olması açısından soruyorum. Yeni bir eseri ele aldığınızda nelere dikkat eder ve çalışmanıza nasıl başlarsınız?

İlk dikkat ettiğim konu, partisyonu bestecinin verdiği bütün verilerle beraber detaylı şekilde öğrenmek. Ancak bu sayede özellikle ilerleyen safhalarda bestecinin hangi veriler ile neyi elde etmeyi amaçlamış olabileceğini çok daha iyi görebilir ve anlayabilirsiniz. Yine bu sayede kendinizi ilk anlarda aklınıza gelen fikirlerden uzak tutup, müziğin saf haliyle içinize girmesine, zamanla edindiğiniz bilgi neticesinde içinizde tutarlı fikirler oluşmasına ve bunların gelişmesine imkan verirsiniz.

Piyano çalmak dışında en büyük tutkunuz?

Piyano yeterince zaman ve enerji alan bir tutku, ikinci bir tutkuya ne vakit ne de mecal kalıyor gerçek anlamda. Ama itiraf etmeliyim ki, hem çok ateşli bir Galatasaray taraftarıyım, hem de iddialı bir tavla oyuncusu.

Ve Emre Elivar müzik dışında nelerle ilgilenir?

Açık söylemek gerekirse, özellikle son zamanlarda çalışmak, fikir ve proje üretmek ve organizasyon konularını halletmek dışında hiçbir şeyle ilgilenemiyorum. Okumak tabii ki birçok açıdan bana çok iyi geliyor ama ona bile dikkatimi vermekte zorlanıyorum şu aralar.